2000-2007 ÖLÜM ORUCU
YER: Türkiye
Hapishaneleri ve Dışarıdaki Direniş Evleri
TARİH: 20 Ekim 2000 –
22 Ocak 2007
ŞEHİT
SAYISI: 122
Tecrit ve Direniş
2000-2007 Arasında, tam yedi yıl süren büyük bir
direniş gerçekleştirildi bu topraklarda. 7 yılda kelimenin gerçek anlamıyla bir
tarih yazıldı. Hiç abartısız, herkesin tartışmasız teslim edeceği gibi, dünyada
eşi benzeri görülmemiş bir direnişti bu.
7 yıl sürmesinden 122 şehit verilmesine kadar, her
şey olağanüstüydü ve o güne kadarki hemen tüm ölçülerin ötesinde cereyan eden
bir direnişti.
Böyle bir direnişin 7 yıl sürmesinde, 122 şehit
verilmesine rağmen devam edilmesinde, hiç kuşku yok ki, hem karşı-devrim cephesinden,
hem direniş cephesinden son derece önemli, hatta hayati nedenlerin olması
gerekir.
Böyle bir neden de vardı elbette. Bu nedenin adı,
tek kelimeyle söylemek gerekirse TECRİT’ti.
*
Bu yazı dizimizde, 7 yıl süren bu büyük direnişin,
bu kadar şiddetli çatışmalara yol açan boyutlarını ortaya koyarken, direniş
sürecini ana hatlarıyla da olsa özetleyeceğiz.
Tüm saldırılara rağmen, büyük bedeller ödenerek,
büyük bir iddia ve kararlılıkla sürdürülen direniş, hiç kuşku yok ki, tüm dünya
halkları için, emperyalizme faşizme karşı direnmek diye bir sorunu olan herkes
için tarihi dersler ve tecrübelerle doludur. Onların da bir özetini
bulacaksınız bu yazı dizisinde.
***
Emperyalizmin dünya halkları üzerindeki kuşatmasını
ve bu kuşatmada Türkiye oligarşisine biçilen rolü görmeden, neden direnilmesi gerektiği, bu kadar büyük bedellerin göze
alınmasının zorunluluğu kavranamaz.
Amerikan ve Avrupa emperyalizmi, bölge ve dünya
politikalarında Türkiye’ye belli roller biçmektedirler. İşbirlikçi oligarşi,
soygun ve safahatını sürdürmek istemektedir. Dolayısıyla, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin
amaçlarının gerçekleşebilmesinin koşullarından biri ve aslında ilki, Türkiye halklarının
devrimci dinamiklerini yok etmektir.
Bu dinamiklerin içinde kuşkusuz devrimci hareket
özel olarak öncelikli hedeftir. Böyle olmasında devrimci hareketin onlarca
yıllık tarihinin ortaya koyduğu ideolojik sağlamlık, politikasındaki kararlılık
ve özel olarak da belli bir tarihi süreçteki tavrı en önemli nedenlerdir.
Sosyalist sistemin yıkılmasıyla tüm dünyada reformizm,
teslimiyetçilik, uzlaşmacılık rüzgarları eserken,
devrimci hareket bu rüzgarların önünde eğilmemiş ve sürüklenmemiştir. Tam
tersine bu süreçte emperyalizme ve oligarşiye karşı mücadelesini atılımlarla
büyütmüştür. İşte bunun için dünya çapında bir örnektir devrimci hareket;
dolayısıyla emperyalizm cenahından da “dünya çapında” örnek olmasına son vermek
için yok edilmesi gereken bir harekettir.
Sonuçta elbette hedeflenen bir bütün olarak tüm
anti-emperyalist, anti-oligarşik güçlerdir,
ve tüm soldur.
Niyetler, hesaplar:
Emperyalizme ve işbirlikçilerine göre; ne pahasına
olursa olsun devrimciler fiziki, ideolojik ve örgütsel olarak yok edilmelidir.
Türkiye topraklarından devrim umudu silinmelidir.
İşte F Tipi hapishaneler ve tecrit politikası bu
amaç doğrultusunda gündeme getirilmiştir. Hücreler ve tecrit statüsü,
oligarşinin elindeki en güçlü silahlardan biridir. Öyle ki, Avrupa’nın çeşitli
ülkelerinde ilerici, devrimci hareketlerin tasfiyesi, bu politikayla
sağlanabilmiştir.
Türkiye oligarşisi de aynı politikalarla aynı sonucu
almayı düşünmektedir. Tecritin uygulanması ve bundan
istenilen sonucun alınması, onlar açısından stratejik önemdeydi.
Devrimci tutsaklar, 20 yıldır, 12 Eylül 1980
cuntasından bu yana faşizmin her türlü saldırılarına rağmen teslim alınamamış,
örgütlü yaşamlarıyla, direnişleriyle halk için önemli bir güç ve moral değeri
olmuşlardır.
Devrimci tutsaklar, F Tiplerine atılarak
örgütlülükleri dağıtılacak ve tecrit altında yalnızlaştırılarak,
umutsuzlaştırılarak, iradeleri kırılarak teslim alınacaklardır.
Ve böylece, halkın öncülerinin teslim alındığı
yerde, halkın mücadelesinin bütün olarak sindirilmesi çok daha kolay ve hızlı
bir süreçte gerçekleştirilebilecektir. İşte bunun içi F Tipleri ne pahasına
olursa olsun açılmalı, tecrit uygulanmalıdır.
Oligarşi açısından F Tipi hapishanelerde tecrit
politikasının hayata geçirilmesi ne derece önemliyse, bu politikalara karşı
direnmek, tecriti boşa çıkartmak da devrim
mücadelesi, ülkemiz ve dünya halklarının geleceği açısından o derece önemliydi.
Büyük direniş, devrim ve karşı-devrim için taşıdığı bu önem nedeniyle uzun
süreli ve büyük bedeller ödenen bir direniş olarak şekillenecekti.
İlk saldırı
Oligarşi, F Tiplerini açmak ve tecrit politikasını
hayata geçirmek için ilk büyük saldırısını 1999 Eylülünde Ulucanlar Hapishanesi’nde
10 devrimci tutsağı katlederek başlattı. Gerçekte hücre tipi saldırısı 1990’ların
başlarında ve daha sonra çeşitli zamanlarda Eskişehir hücre tipiyle denenmiş
bir saldırıydı, o kesitte püskürtülmüş, ama gündemden kalkmamıştı. Ulucanlar’da gündeme getirilen saldırı artık çok daha üst
boyuttaydı.
Devrimci tutsaklara karşı “ya teslim olacaksınız, ya
ölecekseniz” dayatması, ilk kez bu kadar açık ve tüm tutsaklara yönelik olarak Ulucanlar’da yapılıyordu. Ki, Ulucanlar’da
devrimci tutsakların karşı karşıya bırakıldığı bu tercih, Ulucanlar’dan
yaklaşık bir yıl sonraki 19 Aralık katliamının da odağına oturtulacaktı. Ulucanlar’da katledilen tutsaklar nezdinde öncelikle bütün tutsak
kitlesine ve daha genel olarak da tüm halka gözdağı veriliyor ve F Tiplerinin, tecritin önü açılmak isteniyordu. Oligarşi, Ulucanlar’daki gözdağıyla F Tiplerini direnişsiz açmayı
istiyordu.
Bu, oligarşi cephesinin istek ve planlarıydı.
Peki devrimci tutsaklar cephesinde durum neydi?
Elbette teslim olmayacaklardı devrimci tutsaklar.
Hem de “düşmanın “teslimiyet’in karşısına koyduğu “ölüm’ü, düşmanın elinden
alıp direniş silahına dönüştürerek ölecektik.”
Ve öldüler. 122 kez öldüler.
Yüzlerce gün süren açlıklarda öldüler. Bedenlerini
tutuşturan alevlerde öldüler. Hedef gözetilerek atılan gaz bombalarının hedefi
olup öldüler... ve her ölümde onların teslim olmayı
reddedişinin sesi yankılandı dünyaya. Her ölümde başeğmezliğin
kararlılığı yayıldı hapishanelerden.
Direnme hakkı için direniş
Tutsakları F Tiplerine atan ancak teslim alamayan, tecrite boyun eğdiremeyen oligarşi, direnişin bu yankısını
engellemeye çalıştı var gücüyle. Bunun için kop koyu, Türkiye tarihinin gördüğü
en katı sansürlerden biri uygulandı.
Onlarca ölüm, gazete sayfalarında sıradan, küçük
birer haber olarak bile yer almadı.
Kimilerine göre “boşuna ölünüyor”du,
ölümler ses getirmiyordu, kamuoyunun ilgisi yoktu. Halk direnişi
desteklemiyordu... Bu durumda direnmenin de anlamı yoktu...
Oysa, oligarşinin içeride ve dışarıda
birbirini tamamlayacak tarzda uyguladığı baskı ve tecritle düşündürtmek
istediği tam da buydu.
“Ya teslim olacaksın, ya teslim olacaksın” diyordu
ölüm orucundaki tutsaklara. Zorla tıbbi müdahalede bulunarak öldürmüyor, sakat
bırakıyordu. Doğrudan direnme hakkına saldırıyordu. Bu politikaya karşı kimse
direnemez diyordu bir yerde. Ve o yerde, direniş artık, kendi özgün talepleri
bir yana, direnme hakkı için direniş olarak sürüyordu.
O süreçte solun önemli bir kesimi de bu gerçeği
görmemesine karşın açıktı ki; direnme hakkının olmadığı bir yerde hiçbir hakkın
varlığından söz edilemez.
Dahası, kimsenin sesimizi duymadığı ve duyamadığı,
destek vermediği ve veremediği koşullarda ise, direnmek, direnme hakkına salhip çıkmak, çok daha zorunlu, vazgeçilmezdir.
Oligarşinin Ulucanlar katliamıyla “ya teslim
olacaksınız, ya öleceksiniz” dayatması 20 Ekim’de direnişe başlanarak boşa
çıkartıldı. Teslim olmayıp direnileceği o gün tüm
dünyaya ilan edilmiş oldu.
Oligarşi 19-22 Aralık’ta doğrudan direnme hakkına
saldırdı. 20 Hapishanede aynı anda gerçekleştilen
operasyon ve katliamlarda 28 tutuklu katledilirken, oligarşi, direnme hakkını yoketmek, direnişi kırmak ve tutsakları tecritte teslim
almak için bir çok şeyi göze aldığını gösteriyordu.
Oligarşi, katliamla, devrimcileri yıldırıp demoralize ederek direnişi bitirecek, örgütlülükleri
tasfiye edecek, ve dışarıdaki demokratik muhalefeti dağıtıp
halkı sindireekti. Bunun için seferber edilmişti
binlerce asker ve polis. Bunun için yakılıp yıkılmaktaydı hapishaneler ve bunun
için ölüm mangalarının kahkahaları eşliğinde diri diri
yakılıyordu altı kadın tutsak...
Katliamın hemen ertesi günlerinde başbakan Ecevit “artık
devletle başa çıkılamayacağını öğrenmiş olmalılar” derken 19 Aralık’ın, F
Tiplerinin ve tecritin amacını hiç yoruma gerek
bırakmayacak açıklıkta ortaya koyuyordu.
Gerek 19-22 Aralık katliamıyla, gerekse de
sonrasındaki saldırılarıyla oligarşi çeşitli demokratik kesimleri sindirmekte,
F Tiplerine karşı direnen solun büyük kısmını direnişten uzaklaştırmakta kısmi
başarılar elde etse de, direnişin bitirilmesi noktasında hiçbir “başarı” elde
edilememişti. Çünkü işte tam o noktada, karşısında eğip bükemediği bir irade
çıkıyordu. O irade devrimci hareketin iradesiydi.
19-22 Aralık’ta tarihin en vahşi hapishane
katliamlarından biri gerçekleştirilirken aynı zamanda tarihin en büyük
hapishane direnişlerinden biri yaratılıyordu.
Devrimci tutsakları teslim almak için ellerindeki en
büyük kozlardan biri olan “ölüm”, 19 Aralık katliamında etkisizleştirilmişti.
Bu büyük çatışma, hemen 19 Aralık sabahı işkenceli
sevklerle açılan F Tipi hapishanelerin hücrelerinde de devam etti ve F Tipleri
de büyük direniş karşısında etkisiz kaldı.
Bırakın tutsaklara boyun eğdirmeyi, bırakın
tutsakları sosyalizm düşüncesinden vazgeçirmeyi, bırakın örgütlülüklerini
dağıtmayı, en başta direnişi kıramadılar; direnişi kıramadıkları için de direnişin
ördüğü barikat önünde çakılıp kaldı oligarşi.
Direnme hakkı içeride ve dışarıda ölümler pahasına
savunuldu. Katliamlar, yalanlar, zorla müdahaleler, tahliye rüşveti, sansür ve
akla gelebilecek tüm saldırı yöntemleri karşısında, direnme hakkı korundu.
Büyük direniş, hiçbir gücün direnen bir halkın
elinden direnme hakkını alamayacağını, her koşulda direnmenin mümkün olduğunu
tarih önünde bir kez daha kanıtladı.
Büyük Direniş, bütün dünyaya emperyalizmin ve
oligarşinin tüm imkanlarına, görünürdeki devasa gücüne
rağmen, asıl güçlü olanın devrimciler olduğunu gösterdi. Devrimci iradenin
üstünde hiçbir iradenin olamayacağının yeni bir tarihsel kanıtını sundu.
Oligarşinin, direnişi kırmak için denemediği yöntem,
başvurmadığı politika kalmadı. Ancak hiçbirinden sonuç alamadı.
Zorla tıbbı müdahaleyle direnme hakkının tamamen
ortadan kaldırılmak istendiği noktada, onlarca tutsak, tutuşturdukları
bedenleriyle direnme hakkının yok edilemeyeceğini ilan etti. Tüm bedelleri göze
almışsanız, direnişin biçimleri sınırsızdır. Direnişçiler, tüm
yaratıcılıklarıyla, fedakarlığın ve kararlılığın
sınırsızlığında düşmanı altetmenin, direnme hakkını
kullanmanın mutlak bir yolunun olduğunu öğrettiler.
Büyük Direniş’in tarihi açıdan gösterdiği en önemli
olgulardan biri; direnme hakkının hiçbir koşulda yok edilemeyeceği gerçeğidir.
Sürecin direniş biçimi neden feda oldu?
Oligarşinin teslim alma politikasındaki kararlılığı,
hücrelerin ve tecritin de bunun bir aracı olduğu son
derece netti. Direnmek gerektiği de açıktı. Özgür Tutsakların bu konuda en
küçük bir tereddütü yoktu. Peki
nasıl direnilecekti?
Ölümler göze alınacaktı. Tek kesin cevap buydu. Bunun
ötesinde bir çok farklı şekillenmeden, ihtimallerden
söz edilebilirdi ama feda, bu saldırıyı püskürtmenin olmazsa olmazıydı ve zaten
7 yıllık direniş süreci de tekrar tekrar bunu
gösterecekti. Gerçek şuydu ki, direnişin biçimi, tutsakların tercihlerine bağlı
da değildi; biçimi belirleyen, çatışmanın özü ve şiddetiydi.
Direnişin başından itibaren büyük bir feda ruhu hakimdi. Ölüm orucu direnişinin kendisi zaten bir fedaydı.
Direniş boyunca da feda en üst boyutlarda yaşandı.
Bu direniş içinde her şehitlik, kendini feda eden
insanın karşısında hiçbir gücün duramayacağını yeniden kanıtladı. Feda
karşısında dünyanın en gelişmiş silahlarının işe yaramayacağını gösterdi.
Bulgar direnişçi Hristo Botev’in “Tüm insanların
özgürlüğü ve mutluluğu için omuzdan düşmeyi göze almış başın üzerinde egemen
hiçbir güç yoktur.” sözü, her şehitle birlikte adeta yeniden hayat buluyor,
tarih önünde yeniden kanıtlanıyordu.
Sadece ülkemizde değil, günümüz dünyasında Filistin’den
Irak’a, Afganistan’a kadar direnişlerin sürdüğü her yerde direnişin adı FEDA’ydı. Ve bu durum, “bu sürecin direniş biçimi neden
feda oldu?” sorusunun cevabını da hem genel, hem ülkemiz özeli açısından
veriyor. Emperyalizm tüm dünya halklarına, kendi yarattığı eşitsizliğe,
adaletsizliğe, açlığa, yoksulluğa, sefalete boyun eğmeyi dayatıyor. Benim
istediğim gibi düşüneceksin, muhalefet yapacaksan da bizim izin verdiğimiz
sınırlar içinde yapacaksın, sistemin verdiğine razı olacaksın diyor ve bunu
dayatıyor. Yapmazsan, kişi, kurum, örgüt, ülke, fark etmez; “işgal ederim,
yakarım, yıkarım, terörist ilan ederim, katlederim...” diyor. Ve bunları
yaparak, zulmü bir kuşatmaya dönüştürerek, halkların direnme hakkını da ortadan
kaldırmak istiyor.
Dünyanın dört bir yanındaki feda eylemleri, işte
emperyalizmin bu dayatmalarına karşı, halkların iradesini, halkların çaresiz
kalmayı kabul etmeyeceğini ortaya koyan bir direniş biçimi olarak yoğunlaştı.
Oligarşi de ülkemizde bunu dayatıyordu. 19 Aralık’ta
da saldırdığı doğrudan direnme hakkıydı.
“Ben istediğimi yaparım, hücrelere atar, tecrit
ederim, ama sen buna karşı çıkamazsın ve çıkamayacaksın, senin elinden tüm
direnme imkanlarını da alacağım” diyordu.
Nitekim, tutsakların tecrit
hücrelerine atılmasının ardından zorla tıbbı müdahalelerle tutsaklar “ölme hakkı”ndan da mahrum edildi; direnişi böyle kıracaktı
oligarşi.
Bu dayatmaya boyun eğilemezdi.
Çaresizliğe boyun eğilemezdi.
Direnişin, tutsakların devrimci iradesinin dışında
bir irade tarafından bitirilmesi kabul edilemezdi.
Edilmedi.
19 Aralık’ın hemen öncesinde, tutsaklar, “ölüm orucu
direnişçilerine saldırılması durumunda kendilerini yakarak feda eylemleriyle
direnişçi yoldaşlarına sahip çıkacaklarını” açıkladılar.
Oligarşi çok ciddiye almadı bu açıklamayı.
Çünkü ülkemizde örneği yoktu böyle iradi, örgütsel
bir tavır alışın. (Ülkemiz için o kadar alışılmadık ve yeniydi ki, bu
açıklamaya katılan devrimci örgütlerin bazıları da kendi açıklamalarını ciddiye
almamış, bunu sadece bir “blöf” olarak dile getirmişlerdi.)
Ama süreç, çatışmanın muhtevası, “blöf”leri
kaldırmayacak kadar ciddi ve hayatiydi.
Bunun ciddiyetinde ve bilincinde olanlar
göğüsleyecekti saldırıyı.
19 Aralık’ta oligarşinin saldırısı karşısında en
güçlü barikat, feda savaşçıları tarafından örüldü.
Oligarşi, içeride ve dışarıda doğrudan direnişçilere
saldırıp zorla müdahale ederek ölümleri engelleyerek direnişi
etkisizleştirmeyi, sansürle halktan koparıp kendi içine hapsetmeye çalışıyordu.
Bu kuşatmayı yaran yine feda eylemleri oldu. Fedalar, tüm sansür duvarlarını,
kuşatmaları yıkıp geçti.
Direniş, sürekli farklılaşan koşullar içinde,
oligarşinin başvurduğu yeni taktikler karşısında kendi biçimlerini yarattı;
oligarşinin her taktiği, direnişin yeni bir taktiği ve elbette hiç değişmeyen
kararlılığıyla karşılandı. Direniş kendi kültürünü de yarattı. Bu kültür FEDA
kültürüdür. Bu kültür VEFA kültürüdür. Bu kültür BAĞLILIK’tır.
Bu kültür SABIRDIR, İRADEDİR, “SONUNA KADAR” diyebilmektir. Bu kültür DİRENME
kültürüdür. Ama tüm bunların temelindeki güç, fedadır ve direnişçiler feda
anlayışıyla donanmasaydılar, kuşkusuz bunlar da başarılamazdı.
Bugün dünyanın her yanında direnişler halkların feda
kültürü üzerinden gelişmektedir ve bu rastlantısal bir benzerlik değil,
sınıflar mücadelesinin ortaya çıkardığı bir zorunluluktur.
F Tiplerine karşı mücadele, sadece hapishanelerdeki
baskılara karşı mücadele olmakla sınırlı değildi; bu aynı zamanda çok sert,
deyim yerindeyse kıran kırana bir ideolojik mücadele demekti. Tecritin kendisi de zaten ideolojik bir olguydu. Tecrite karşı direniş, burjuvazinin bireyciliğiyle, sosyalizmin
kolektivizminin savaşıydı bir yerde. Örgüt düşüncesiyle örgütsüzlüğün
savaşıydı.
Devrimci tutsaklara örgütsüzlüğün dayatılması, F
Tipleriyle başlamamıştı elbette. Örgütsüzlük dayatması, oligarşinin devrimci
tutsakları teslim alma politikalarının ayrılmaz bir parçasıydı hep.
Cunta yıllarında yapılan "E Tipi özel" hapishaneler,
bunları takiben yapılan “hücre tipi özel hapishaneler”, 1990'ların başında
açılan Eskişehir Hücre Tipi, tecrit ve örgütsüzleştirmenin aracı olarak gündeme
getirilmişlerdi. Hücre tipinin başlangıcı yapılması düşünülen Eskişehir iki kez
açılıp direnişler karşısında kapatıldı... F Tipi hapishaneler bu anlamda 1980'den
bu yana 20 yıldır başvurulan denemelerin üzerine oturmuştur.
Direnişi yenilmez kılan örgütlü güçtür
Oligarşi F Tipi hapishanelerde tutsakları bir-üç
kişilik hücrelere koyarak birbirlerinden koparıp örgütlülüğü dağıtacak ve
direnişi de böylelikle bitirecekti. Ancak ne 19 Aralık katliamı, ne de F Tipi
hücreler direnişi bitiremedi. Hatta daha önce direnişte olmayan bazı siyasi
hareketler de direnişe katıldı.
Direniş bitirilemezdi, çünkü oligarşi hücrelerde
hedeflediği ilk amaca ulaşamamıştı; tutsakların örgütlülüğü bitirilememişti;
hücrelerin o zor koşullarında, işkenceler altına, fiziki imkansızlıklara
rağmen tutsaklar örgütlü yapılarını oluşturmuşlardı. Ama daha önemlisi, daha
temel olanı, örgüt bilinci tüm canlılığı ve gücüyle yaşıyordu tutsakların
beyninde. O bilinç yokedilemediği sürece, örgütlülük
de sürüyor demekti. Bu örgüt bilinci ve gün gün
pekişen örgütlülükle, F Tiplerinin tecrit politikasının karşısına büyük bir
duvar örüldü.
Direniş, bütün dünyaya devrimci iradenin ve örgütlü
gücün yenilmezliğini ilan etti. Geniş halk kesimlerinin hafızasında köklü bir
bilinç oluşturdu; Örgütlü güç yenilmez bilinci...
Bugün oligarşi, ne F Tiplerinden, ne de en genel
anlamıyla tecrit politikalarından vazgeçmemiş, tutsakların belli boyutlarıyla
boşa çıkardığı tecritten sonuç almak için tecriti hem
yasal, hem fiili olarak daha da pekiştirmeye çalışmaktadır.
Bu politikalarını hayata geçirmesinin önündeki en
büyük engel, hiç kuşku yok ki, yine özgür tutsakların yenilmeyen, kırılmayan
iradesidir. Direnişe “ara verilmiş” olması, bu iradeyi ortadan kaldırmıyor
elbette. Oligarşi, her adımında direnişi hesap etmek zorundadır.
Direniş, örgüt düşmanlığı karşısında
barikattı
Örgüt düşmanlığı özellikle 12 Eylül’le birlikte en
uç boyutlara varmış ve ondan sonra da sistemin politikaları içinde değişmez bir
çizgi haline dönüşmüştür.
Örgüt kelimesi, “eli kanlı terör, vatan hainleri,
bölücüler, dış mihraklı güçler” gibi sıfatlarla birlikte anılıyor, dolayısıyla
uzak durulması, lanetlenmesi gereken bir kavram olarak gösteriliyordu.
Düzenin çizdiği sınırlar dışında hiçbir örgütlülüğe
izin yoktu, var olanlar, ya tasfiye ya yok edilmeliydi. Asıl hedef de kuşkusuz
halkın çeşitli örgütlülükleri ve halkın öncüleri olan devrimci örgütlerdi.
Örgüt düşmanlığı, 12 Eylül’de, devrimcilerle
oligarşi arasındaki çatışmanın en yoğun yaşandığı yer olan hapishanelerde de en
üst boyutta yaşanıyordu. Cunta hapishanelerde “bağımsızlar” için, yani örgütünden
ayrılanlar için özel koğuşlar açmıştı. Bu koğuşlara gitmek, işkenceden kurtuluştu,
tahliye şansıydı, örgütten kopmak cunta tarafından ödüllendirilecek bir
davranıştı... Ve o gün örgütü terketmek, aslında
sadece örgütü değil, düşüncelerini, kimliğini, kişiliğini, herşeyini
terketmekti. Cuntanın istediği de buydu.
Örgüt düşmanlığı sadece fiziksel bir baskı ve
dayatma değildi; ideolojik boyutta bir tercih dayatılıyordu. 1980’lerin ikinci
yarısında çeşitli alanlarda yeniden örgütlenmeler oluşturulurken, örgüt
düşmanlığı bu kez “sivil” iktidarlar aracılığıyla sürdürüldü.
ANAP İktidarı, sıradan bir dernek üyeliğini bile
gözaltı, işkence, hapis gerekçesi haline getirirken, 12 Eylül’ün
örgütsüzleştirme politikasını sürdürüyordu. Denilebilir ki, bu saldırı, F Tipi
saldırısına ve oradan bugüne kadar da kesintisiz uzanıp gelmiştir.
Öte yandan bu düşmanlığa sadece oligarşi cephesinde
değil, “sol”un bazı kesimlerinde de rastlandığını belirtmek gerek. Bu
saldırının kaynağında ise 12 Eylül döneminin teslimiyetçileri, kaçkınları
vardı. Onlara göre de örgüt “özgürlükleri sınırlıyor”du,
“birey”i ortadan kaldırıyordu, “örgüt fetişizmi” yapılıyordu, “örgüt sultası’na karşı çıkılmalıydı”....
Örgüt konusundaki bu çarpık düşünceler, F Tipi
hapishaneler ve tecrit saldırısı gündeme geldiğinde, onları düzenle aynı
kavramları kullanmaya kadar götürdü, bazı sol, sosyalist aydınları “birey özgürlüğü”
adına oligarşinin hücrelerini savunma noktasına kadar savurdu.
Devrimciler, F tiplerine, tecrite
karşı mücadele ederken, soldaki bu çarpık “birey, örgüt” anlayışına karşı da
mücadele etmek zorunda kaldılar.
1990’lı yıllar, sosyalist sistemin yıkıldığı,
dolayısıyla emperyalizmin dünya çapındaki ideolojik saldırılarını artırdığı,
sivil toplumculuğun yaygınlaştığı ve buna paralel olarak da örgüt düşmanlığının
daha revaçta hale geldiği bir dönemdir. Bu dönemde birçok ülkede ulusal ve
sosyal kurtuluş hareketleri emperyalizmle uzlaşma çizgisine girmiş olmasına
rağmen, ülkemizde tüm yetersizliklerine rağmen direnen, emperyalizmle uzlaşmayan örgütler vardı. İşte bu
noktada emperyalizm ve oligarşi, belki yüzyılda bir ancak yakalayabilecekleri karşı-devrim
rüzgarını değerlendirmek için devrimci hareketleri
tasfiye saldırısına hız verdiler; F Tipi hapishaneler ve tecrit politikası,
tasfiyeyi gerçekleştirmek için başvurdukları en temel politikalardan biriydi.
Hapishaneler “örgüt”lerin yuvasıydı ve bu “yuva”lar
dağıtılmalı, örgütlere ve örgüt düşüncesine yaşam halkı tanınmamalıydı!
Bu saldırılarına meşruiyet kazandırmak ve ideolojik
destek bulmak için de çok yoğun olarak hapishanelerdeki direnişlerin “örgüt
baskısıyla” yapıldığı propagandasına başvurdular. Bu propaganda burjuva,
küçük-burjuva kesimlerde belli ölçülerde etkili de oldu.
Büyük direniş, bu yanıyla gerek burjuva cenahından,
gerekse de küçük-burjuva sol kesimlerden gelen örgüt düşmanlığı karşısında
ideolojik, politik bir barikat olmuştur.
Büyük Direniş’in her anı, her adımı örgütü, örgütlülük
düşüncesini, örgüt bilincini ve geleneğini savunmaktır. Direniş, örgüt
düşmanlığına, sivil toplumculuğa, bireyciliğe, anti-örgütçülüğe, her türlü
çarpık anlayaşı karşı bir direniştir. Örgütsüz
devrimcilik olmaz. Bu çok net ve açıktır. Dolayısıyla, Büyük Direniş,
devrimciliğin nasıl yapılabileceğini ve yapılması gerektiğini herkese göstererek,
bu direnişin dışında olanların devrimciliğini, solculuğunu sorgulatmış, çeşitli
kesimlerin maskesini belli ölçülerde düşürmüştür.
Direnişin düşürdüğü maskeler!
Büyük direniş, o sık kullanılan deyimle, 7 yıl
boyunca adeta bir turnusol işlevi yerine getirmiş, gerçeklerle gerekçeler,
keskinliklerle pasifizm, oportünizmle
devrimci çizgi, rdeformizmle devrimcilik arasındaki
farkı göstermiştir.
Direnişin sürdüğü koşullarda, tüm siyasi çevreler
açısından, olduğundan farklı görünmek her zamankinden daha zorlaşmıştır.
Reformizm devrimden,
sosyalistlikten; yılgınlar ve devrim kaçkınları “solculuktan”; faşistler vatanseverlikten,
düzen islamcısı din bezirganları
“zulme karşı olmak”tan, AB’ciler, demokrasi savunuculuğundan
söz ederken, kuşku yok ki sözlerini tartarak konuşmak durumundaydılar. Çünkü
tüm bu değerler için ölenler vardı.
19-22 Aralık öncesinde F Tiplerinin gündeme
oturmasıyla hemen tüm siyasi çevreler “F Tiplerine karşı olduklarını”
açıkladılar.
Hemen herkes, bu saldırının sadece tutsaklara
yönelik olmayıp tüm halka yönelik olduğunda hemfikirdi. Yine hemen herkes,
saldırının gelip geçici olmadığı konusunda, “stratejik” olduğunda hemfikirdi.
Fakat kısa sürede, bu açıklamalar ve teorik tesbitlerle
pratik arasında tam bir uyumun olmadığı da görülecekti.
Maskesi ilk düşenlerden biri reformizm
oldu. Reformizm sürecin başında, bir ölçüde F Tipine
karşı muhalefetin içinde yeralıyordu. Ama bu çok kısa
sürdü; 19 Aralıkla birlikte geri çekildiler. Bu noktadan itibaren de uzun bir
süre, tecrite karşı mücadeleye hiçbir destek
vermediler.
Bu sadece sonuçtu; reformizmin
esas olarak tecrit konusunda kafası karışıktı. İdeolojik olarak burjuvazinin
söylem ve iddialarının etkisi altındaydı. Devrimcilerin uyarılarını ve
öngörülerini inanmazlık içinde karşılıyordu.
F tipi hapishanelerin ve tecritin
tamamen teşhir olduğu, artık hemen hiç kimsenin açıktan F Tiplerini
savunamadığı koşullarda, reformizm de lütfen F Tiplerine
karşı çıkarken, “koğuş sistemini de onaylamadıklarını”, “koğuşlardaki örgüt
otoritesine karşı olduklarını” söylemeden edemiyorlardı. “Birey özgürlüğü” açısından,
hücrelerin –işkence olmaması koşuluyla– iyi de olabileceğini söyleyecek kadar
hem ülkemiz, hem hapishaneler gerçeğinden uzaktılar. Böyle bir ideolojik
çarpıklık içinde olduklarından dolayı, F Tiplerine, tecrit statüsüne karşı
çıkışları sağlam bir zemine sahip olmadı, sorunu sadece fiziki işkenceyle sınırlı
gördüler. “Tek kişilik odalar”ın tecrit demek olduğunu, ve zaten de tecritin
kendisinin bizzat işkence olduğunu görmekten, kavramaktan uzaktılar.
Bu yüzden de F Tiplerine karşı çıkışları,
yüzeyseldi. Zaten, reformizmin esas olarak
hapishanelerde “tutuklusu” bulunmadığı için, sorunu “kendi dışında” görüyordu.
Konumunu da bu yüzden “duyarlılık göstermek, desteklemek” gibi kavramlarla
ifade ediyordu. Bu yüzeysel ve dıştan yaklaşımın, elbette 19 Aralık gibi bir
saldırı karşısında kararlılık göstermesi beklenemezdi.
19-22 Aralık katliamından sonra PKK’sinden
EMEP’ine, ÖDP’sinden TKP’sine hepsi cenazemizi kaldırmaya hazırlandılar. Onlara
göre direniş bitmişti. Devrimci hareketin operasyonla tasviye
edildiği, “devrimci demokrasinin” artık bittiği, hareketin bir daha kendini
toparlayamayacağı tesbitleri yapılıyordu bu cenahta.
Böyle bir saldırı karşısında direnilmemesi
“farkımızı koyduk, iyi oldu” diye açıklanabiliyordu.
Reformizm bekliyordu ki, devrimci
hareket tasfiye edilince, meydan kendilerine kalacak, oligarşinin çizdiği
sınırlar içinde kendilerini eleştiren, sorgulayan hiçbir güç olmaksızın
istedikleri gibi solculuk, komünistlik oyununu oynayabileceklerdi...
Direnişe ve direnişin öncü gücü olarak devrimci
harekete kızgındılar. Çünkü direniş onların statükolarını
bozuyordu.
Ancak 19-22 Aralık ve F Tipleri onların beklediği, “tahlil
ettiği” gibi gelişmedi. Devrimci hareket, bu büyük katliama ve kuşatmaya rağmen
büyük bir direniş yarattı ve direnişi süreklileştirdi.
Reformizm, direnişin içinde yer
almaması, direnişi desteklememesi bir yana, zaman zaman
direnişe karşı ve hatta direnişe düşman bir tutum içine girebilmiştir. Üstelik
de bunu, yani direniş düşmanlığını “emek politikası”, “işçi sınıfı savunuculuğu”,
“sınıf tavrı”, “solun sağduyusu” gibi gerekçelerle savundular. Ancak direniş
bunların gerçek olmadığını, reformizmin direniş kaçkınlığını
ortaya çıkarmış, sınıf, emek savunucusu maskeleri düşürmüştür. Proletaryanın
ideolojisi, emperyalizmin statülerini kabul edin mi diyordu? İşçi sınıfının
çıkarları, örgütsüzlük, düşünceleri inkar dayatmasına boyun eğmek mi demekti?. Emekçilerin yüzlerce yıllık mücadele geleneği,
emperyalizme ve faşizme karşı yüzlerce şehit verilirken, sırtını dönmeyi, “cepte
keklik değiliz”, “aynı mahalleden değiliz” demeyi mi gerektiriyordu?.. Maskeler düşmüştür; F Tiplerine, direnişe karşı mücadelenin
dışında kalmanın, bu çatışmadan alenen kaçmanın işçi sınıfını savunmakla,
proleter tavırla HİÇ AMA HİÇ alakası olmadığı açıktı.
Direniş ve AB’cilerin
“demokratlık” maskesi
Düşen maskelerden biri de buydu. F Tipleri
emperyalizmin politikasıydı. Hücre statüsünü geliştiren en başta Amerika’ydı. F
Tiplerinin Türkiye’de gündeme getirilmesinde ise AB emperyalizmi doğrudan
teşvik ve finanse eden konumundaydı.
AB üyeliğinin ülkemizde “demokrasiyi geliştireceği”
tezi, AB’cilerin temel teziydi. Oysa Avrupa emperyalizmi açısından Türkiye’nin “üyelik
sürecinde” ilerletilmesi, “uyum yasalarını” içerdiği gibi, Türkiye’nin devrimci
dinamiklerinin tasfiyesini de içeriyordu ve ancak “bilinçli körler!” görmüyordu
bunu.
Ama Avrupa emperyalizminin F tipi ve katliam
savunuculuğu görmeyenlere de gösterecekti bu gerçeği. Avrupa bu noktada en açık
tavrını, 19-22 Aralık katliamına verdiği onayda gösterdi.
Avrupa emperyalizminin katliam savunuculuğu,
ülkemizdeki AB’cilerin önemli bir bölümünü bile şaşırttı; ama şaşırsalar da bu
onların tavırlarında pek bir değişikliğe yol açmadı.
AB’nin 19 Aralık’ta katliama onay veren tavrı, F
Tiplerinden tabutlar çıkarken de devam etti. AB, cesetlerden oluşan dağı
görmezlikten geldi.
Demokrasiyi, insan haklarını, özgürlükleri savunmak,
F Tiplerine ve tecrit katliamına karşı çıkmaktı. Cesetlerden dağ olurken, öyle
bir an gelip çatmıştır ki, buna karşı çıkmadan bu ülkede demokratlık mümkünatsız hale gelmiştir.
İşte bu noktada, demokrasiyi, insan haklarını, “AB’ye
Uyum” adı altında demokratikleşmeyi savunduklarını söyleyen AB’cilerin maskesi
düştü. Sadece onları mı? Demokratlık adına “her türlü şiddete karşı”
olduklarını iddia edenlerin maskesi de düştü; çünkü devrimcilere karşı şiddet
kullanılmasını karşı çıkmıyor veya çıkabilecek cüreti gösteremiyorlardı.
“Vatansever’lerin ve
“islamcı’ların
maskeleri
Ülkemiz sınıflar mücadelesi, bir yanıyla adeta
yüzünde maskelerle dolaşan, riyakarlık üzerinden
siyaset yapan güçlerle doluydu. Düzen içi kesimlerin bir çoğu
bu durumdaydı. Solcuyum diyen soldan, vatanseverim diyen vatandan, zulme karşıyım
diyen zulmün asıl sahiplerine karşı çıkmaktan uzaktı.
Yıllardır vatan millet kelimesini ağzından
düşürmeyen, “ölürüm Türkiye”li türküler söyleyen ve lafa
gelince ABD’ye, AB’ye karşı olduklarını söyleyen “vatansever”ler, “ulusalcı”lar, emperyalizmin F Tipi saldırısına karşı kıllarını
bile kıpırdatmadılar.
Dünya ve ülkemiz tarihinin 2000’li yıllardaki bu en
büyük anti-emperyalist direnişine en küçük bir destek sunmadılar.
Bu da bir yana, bu sahte ulusalcılar, F Tipi
saldırısında iktidarın, dolayısıyla Amerikan ve Avrupa emperyalizminin
yanındaydılar.
Vatan için ölmek bir yana her dönem emperyalizm
işbirlikçisi iktidarları, emperyalizmin işgal ordusu TSK’yı
desteklemiş olan bu kesimler, iktidarın ve ordunun devrimcilere karşı F tipi
saldırısını da destekleyerek vatanla, bağımsızlıkla bir ilgilerinin olmadığını
bir kez daha göstermiş oldular.
7 yıl süren büyük direniş, onların kimden yana, kimi
karşı oldukları bir kez daha açığa çıkarırken, bu ülkede vatan için can bedeli
mücadeleyi sadece devrimcilerin verdiğini tartışmasız hale getirdi.
Maskesi düşenler arasında islamcıların
çeşitli kesimleri ve din bezirganları da vardı.
O islamcılar ki “Batı”ya
karşıydılar. “Şeytan” diyorlardı emperyalist Batı dünyasına. Onlar ki “zulme
karşı” olduklarını açıklıyorlardı.
Ama F Tipleri gündeme geldiğinde sınırlı birkaç islamcı kesim dışında, diğerleri soruna müzmin “anti-koministlikleri”yle baktılar. Hapsedilecek ve tecrit
edilecek olan komünistlerdi nasıl olsa!..
Düzen islamcılığı, 1990’lardan
başlayarak iktidar olanaklarını kullanıp, düzenden daha çok pay almaya
başlamıştı. Bunun politikalarına yansımaması mümkün değildi. F tiplerine karşı
direniş sürecinin önemli bir bölümünde iktidar koltuğunda oturan AKP ile, islamcıların riyakarlıkları,
hiçbir maskeyle örtülemeyecek kadar açıktı.
AKP, ekonomide olduğu gibi, haklar ve özgürlükler
alanında da, klasik faşist sistemi sürdürdü. F Tiplerindeki tecriti
sürdürdü –ki hala sürdürüyor–.
AKP, hapishanelerde ölümlerin sayısı 122’ye
ulaşmışken, “bizim zamanımızda olmuş bir şey yok” diyecek kadar pişkin ve inkarcı bir politika izlerken, istisnalar dışında hemen
bütün islamcılar da şöyle ya da böyle, işbirlikçi AKP
iktidarının destekçisi, onun politikalarının bir parçası olarak düzen dışına çıkamadıklarını
gösterdiler. İslamcı kesimlerde, zulme karşı olmanın hala “türban”dan öteye
geçmediği, direniş sürecinin gösterdiği sonuçlardan biriydi.
***
Büyük Direniş’in yıldönümünde anmalar yapılıyor; Anma
konuşmalarında sıkça direnişi bir konuşmaya sığdırmanın zorluğu vurgulanıyor.
Çünkü herhangi bir direniş değil bu; 7 yıla yayılan,
ve çok yönlü bir savaş verilen bir direniş. Yazı dizimizin ilk iki bölümünde
direniş öncesindeki “Niyetler, hesaplar” üzerinde durdur. Sonra direnişin nasıl
“Direnme hakkı için direniş”e dönüştüğünü hatırlattık. “Sürecin direniş biçimi
neden feda oldu?” sorusunun cevabına baktık.
F Tiplerine karşı mücadelenin kıran kırana bir
ideolojik mücadele olduğunu hatırlattığımız 2. Bölüm’de “Direnişi yenilmez
kılan örgütlü güçtür... Direniş, örgüt düşmanlığı karşısında barikattı...
Direnişin düşürdüğü maskeler! (Ki bunların içinde reformizmin,
din bezirganlarının, sahte vatanseverlerin, AB’cilerin
maskeleri vardı.) başlıklarına yer verdik. 3. Bölümde direnişin değişik
yanlarını ele alarak devam ediyoruz.
***
Direniş yukarıda sözünü ettiğimiz gibi bir çok
kesimin maskesini düşürürken, elbette oportünizmin sınıflar mücadelesindeki
yerini ve oportünist politika tarzının sohnuçlarını da göstermiş oldu.
Oportünizm , başka bir çok olayda da
görüldüğü üzere, F Tipi hapishanelerin gündeme gelmesiyle birlikte ilk tavrını
gayet keskin tesbit ve sloganlarla açıkladı. Hücrelere
girmeyeceklerini, yıkacaklarını ilan ettiler. Hücreleri “parçalamak”tan
söz ediyorlardı. Ancak F Tipi hapishanelerin yapımı da hızla sürüyordu.
Oligarşi saldırı için hazırlıklarını tamamlamakla meşguldü.
Tecrit politikasının karşısında barikatı da asıl
olarak devrimci tutsaklar kurmak durumundaydı. Fakat,
hapishanelerde çeşitli siyasi hareketlerle aylar boyunca sürdürülen
tartışmalara rağmen, direnişe başlama konusunda hemfikir olunamıyordu. Sorun F
tiplerini tahlil etmekle bitmiyordu, ne yapılacaktı? Asıl soru buydu. Ve bu
noktada sol alabildiğine tutuk, kendi görevini dışarıya bırakmaya çalışan bir
tablo çiziyordu.
Solun bir kısmı “fiili direniş yapmak lazım” diyerek
ölüm orucunun karşısına fiili direnişi koyuyordu. Bu ikisinin karşı karşıya
getirilemezliği bir yana, F Tipi hapishanelere karşı mücadele sorununu fiili
direnişe hapsetmek, F Tipleri açılana kadar oturup beklemekten başka bir şey
demek değildi. Nitekim bu teorinin savunucuları fiiliyatta da tam böyle
yaptılar. Solun bir kısmı ise “F Tiplerinin karşısına emekçileri, kamuoyunu dikmek”ten söz ediyordu. Kimsenin buna itiraz ettiği yoktu
elbette, ama bunu tutsakların görevini dışarıya yıkmak anlamında söylüyorlardı
ki, bu tam bir kaçış teorisiydi. Kaldı ki, “dışarıda” yapılması gerekenler söz
konusu olduğunda da bu kesimlerin yaptıkları ve yapabilecekleri sınırlıydı.
Dışarıda da F Tiplerine karşı mücadelenin yükünü, içeride yükü omuzlayanlar
taşıyordu.
Gerçek şu ki, solun bir kesimi saldırıyı
püskürtebileceğine inançsız, kendine güvensiz bir ruh hali içinde F Tipi
hapishaneleri ve tecrite adeta kabullenmişti...
Solun bir kısmı, ancak F Tiplerine sevkler
başlayınca direnişe katılırken, ne yazık ki bunda da ısrarlı, kararlı, tutarlı
olamayıp ortasında başladıkları direnişi de sonuna kadar götüremeyip, bir süre
sonra bıraktılar. Bununla da kalmayıp, oligarşiden, emperyalizmin
şekillendirdiği hapishane statüsünden başka bir şey olmayan “uluslararası standartlar”ı talep edecek kadar da geriye savuruldular. Direnişin uzamasıyla birlikte direnişi tamamen
dışarıya havale ederek içeride tam bir statükoculuğu
seçip, yenilgilerini ilan ettiler.
Direnişe Cepheli özgür tutsaklarla birlikte başlayan
iki siyasi hareket ise, kuşkusuz diğerlerinden daha olumlu bir konumda olmakla
birlikte görülen oydu ki, direnişin kısa zamanda zaferle sonuçlanacağını ummuş,
bu gerçekleşmeyince, bir süre sonra direnişten çekilmişlerdi.
Oportünizmin direnişi bırakması, oligarşiyi oldukça
umutlandırmıştı. Oligarşi ortaya çıkan bu durumu “bütün örgütler bıraktı,
sadece bir örgüt devam ettiriyor, onların amacı başka...” türünden demagojilerinin malzemesi yaparken, yine solun direnişin
dışına düşmesini kullanarak direnişi tecrit etmeye çalıştı. Demokratik kesimler
direnişten uzaklaştırılmaya çalışılırken, sansür daha da koyulaştırıldı.
Bu sürecin devamında devrimci grupların çoğu, artık
F Tiplerini, tecriti, direnişi neredeyse tamamen
gündemlerinden çıkardılar. Tecrit yoktu, direniş yoktu sanki. Öyle ki direnişin
verdiği şehitler, bazen burjuva basındakinden bile daha az yer kaplıyordu yayın
organlarında.
Oportünizm, “ölüm orucunun etkisizleştiğini” söyleyerek
bayrağı dışarıya devretmişti. Ancak ölüm orucunun yerine koydukları,
etkilisinden vazgeçtik, etkisiz de olsa, bir politikaları olmadı. Türkçesi,
içinde doğrudan yaşıyor olmalarına karşın F Tipi hapishanelere, tecrite karşı apaçık şekilde politikasızlaşmışlardı. Ancak
tecrit ve direniş, tüm bu politikasızlıklara, manevralara rağmen sürüyordu ve
direniş kimsenin direnişin dışından keskin söylemlerine izin vermiyordu. Ödenen
her yeni bedel, oportünizmi, direnişin dışında olduğu
gerçeğiyle karşı karşıya getirdi. Kuşku yok ki, bu pratikle yüzleşmek,
hesaplaşmak, ne kadar ertelenirse ertelensin, oportünizm
için kaçınılmazdır.
Halkların teslim alınamazlığında
tarihsel bir örnek,
kalıcı bir mevzi
Büyük direniş ve aynı tarihsel kesitte dünyanın
başka yerlerinde başka halklar tarafından gerçekleştirilen direnişler,
emperyalizmin ve işbirlikçilerinin en vahşi katliamlarına rağmen halkların
teslim alınamayacağını gösterdiler ve göstermeye devam ediyorlar.
Bugün siyasal olarak ortaya çıkmış pek çok olguya,
sonuca bakarak halkların bu kuşatmaya karşı da direneceğini söylemek doğaldır. Çünkü, emperyalizm, devasa gücüne rağmen Afganistan’dan
Filistin’e, Irak’a kadar dünyanın bir çok yerinde direnen halkların
direnişlerini altedemedi.
Ancak biz, Amerikan imparatorluk politikalarının tüm
dünyaya dayatıldığı, bir çok kesimin dönemi atlatacak
politikalar geliştirdiği dönemler de içinde olmak üzere, her dönemde, halkların
gücüne inanarak direniş ve savaştan yana olduk. Halkların mücadelesi çok
çeşitli nedenlerle duralayabilir, gerileyebilirdi; ama böyle bir dünyada
halklar teslim alınamazdı. Halkların kazanacağına inancımızla teslimiyetin
dayatıldığı her dönemde, biz direnişi örgütledik.
2000’lerin dünyasında ve Türkiyesi’nde
Büyük Direnişi gerçekleştirmemiz de aynı inancın, anlayışın sonucudur.
Birçok sol kesimin direnişin dışında kalmasının
nedenlerinden biri, “oligarşinin bu saldırısına direnilemeyeceği...
oligarşinin bu politikadan vazgeçirilemeyeceği...” gibi
nedenlerdi. Birincisi, direnilemeyecek saldırı yoktur.
Büyük Direniş, öyle bir mevzidir ki, 122 şehit verilerek,
ve asla vazgeçilmeyerek, halklara her koşulda direnilebileceğini
göstermiştir. İkincisi, sınıflar mücadelesinde direniş ve savaşlar, mutlak
kazanım hesaplarıyla şekillenmez; birçok tarihsel kesitte, kazanım, direnmenin
bizzat kendisidir. Maddi kazanımlar, ancak böyle bir direniş zemini içinde
ihtimal haline gelir. Direnmeyenlerin zaten kazanmaları için en küçük bir
ihtimal bile hiç olmayacaktır.
Emperyalizmin ve oligarşinin temelde devrimi ve
devrimciliği yoketmek için gerçekleştirdiği, ideolojik
ve stratejik muhtevalı bir saldırıda, sadece “maddi kazanım” üzerinden politika
belirlemek, gerçekte saldırının niteliğini görememektir.
Oligarşinin tecrit saldırısı karşısında, çeşitli
kesimler “içeride ve dışarıda çok yönlü mücadele” adına, “kendini korumak” adına, ve benzeri başka gerekçelerle, tavır almaktan,
oligarşinin planlarını bozacak bir mücadele hattını hayata geçirmekten uzak
durdular.
Şunu söyleyebiliriz ki, bu saldırıya direnmeyenler,
kendilerini de koruyamamışlardır. Çünkü sınıflar mücadelesinde aslında mücadele
arenasının dışında bir “kendini koruma” yoktur.
Devrimci hareket, yüze yakın değerli kadrosunu,
militanını, taraftarını kaybetmesine rağmen, kuşku yok ki, bu büyük direnişten
güçlenerek çıkmıştır.
Öte yandan, “oligarşiye geri adım attıramayız”
tarzındaki bir yaklaşım da, iktidar iddiasından, kendine güvenden uzak bir
politikanın tezahürüdür ki, böyle bir politika, alternatif bir güç oluşturamaz.
Büyük Direniş halklardan öğrenmiş ve halklara
öğretmiştir. Geride bıraktığı 7 yıllık destan, halklara öğretmeye, maddi ve
moral güç olmaya devam etmektedir. Emperyalizmin ve oligarşinin direnişe
düşmanlığının, direnişin en ufak kazanımına bile tahammülsüzlüğünün
nedenlerinden biri de budur.
Emperyalizmin kültürüne karşı halkların
değerlerinin
ve sosyalizmin
mevzisi
Emperyalizmin yoz kültürü, açlık, yoksulluk, sefalet
içindeki halkları kuşatan en etkili silahlarından birisidir. Emperyalizm yoz
kültürüyle insanlığın bu güne kadar yarattığı tüm değerlerini yok ederek,
bencil, çıkarcı, kendinden başkasını düşünmeyen, günü birlik yaşayan, namus,
ahlak, onur, gurur, vefa, bağlılık, arkadaşlık, dostluk, hiçbir değeri olmayan,
umutsuz, inançsız, biçare kişilikler yaratmaya çalışıyor.
Tecrit işte bu noktada, “bireyciliğin kalesi” olarak
adlandırılabilecek bir politikadır. Nitekim, burjuva,
küçük-burjuva kesimler, tecrit politikasını, yani “oda”ları, çoğu kez “birey
özgürlüğü” adına savunmuşlardır.
Büyük direniş, gerek ideolojik, politik çıkış
noktası açısından, gerekse de direniş süreci içinde yarattığı değerlerle
emperyalizmin yozlaştırma politikalarının önünde önemli bir barikat oldu. Halkların
en yüce değerlerine bu kokuşmuşluğun içinde yeni değerler kazandırdı. Bu kültür
ve değerler, halkların mücadelesine ışık tutacak en önemli mirastır. “Hala
inançları uğruna, yoldaşları uğruna, halk uğruna ölebilecek insanların olduğunu”
göstermesi bile, evet, sadece bu bile başlı başına burjuva kültürüne,
bireyciliğe karşı bir darbedir. Bu, direnişimizin en önemli zaferlerinden
biridir.
Direniş aynı zamanda burjuva ideolojisi karşısında
sosyalizmin savunulduğu mevzilerden biri olmuştur.
90’lı yıllarda sosyalist sistemin yıkılmasıyla
birlikte emperyalizm, sosyalizm karşısında “zaferini’ ilan etti. Emperyalist
tekellerin dünya hakimiyetinden başka bir şey olmayan
Yeni Dünya Düzeni, küreselleşme politikaları dayatıldı tüm dünyaya.
Emperyalizm, politik bir zaferle yetinmeyip, zaferini, ideolojik, kültürel, askeri
her boyutta pekiştirmek istiyordu. İşte bu dönem, aynı zamanda emperyalizmin ve
işbirlikçilerinin devrimcilikte, sosyalizmde ısrar eden güçlere karşı “yoketme” amaçlı bir saldırıya geçtiği dönemdir.
“Tek kutuplu dünya”da emperyalist tekellerin çıkarlarına
ters düşecek hiçbir şeye izin verilmeyecek, tüm dünyaya teslimiyet
dayatılacaktı. Bu politika tüm yeni-sömürgelerde olduğu gibi ülkemizde de
uygulanacaktı elbette. Başta Parti-Cephe olmak üzere devrimci hareketler de
emperyalizmin teslim alma programlarına dahildi.
Çünkü ülkemiz devrimci hareketi, karşı-devrim
rüzgarları en güçlü biçimde eserken bile, sosyalizmi, Marksizm-Leninizmi savunmaktan vazgeçmemiş,
ve de sonrasında, ne emperyalizm ve oligarşinin saldırılarına, ne de yılgın,
dönek örgüt düşmanı, reformist çevrelerin kuşatmasına rağmen yok edilememişti.
Devrimci hareketi ideolojik, fiziki olarak tasfiyeye
yönelik olan tecrit saldırısı, o günden bu yana, devrimci hareketi bir milim
bile yerinden oynatamadı, hedefinden saptıramadı. Büyük Direniş’te somutlaşan
bu kararlılık, tüm dünya halklarına sosyalizmin ölmediğini, halkların tek
kurtuluş alternatifinin yine sosyalizm olduğu düşüncesini gösterdi. Sosyalist
düşüncenin yok edilemeyeceği gösterildi. Emperyalizmin hiçbir saldırısının devrimci
irade karşısında sonuç alamayacağı gösterildi.
Hücrelerde teslim alınamayan iradenin kaynağındaki
asıl güç, Marksizm-Leninizm’di.
Büyük Direniş, tüm bu yönleriyle dünya halklarının
mücadelesine moral ve ideolojk güç vermiştir.
Direnişin dünya halkları, aydınları üzerindeki etkisini James Petras’ın “Küreselleşme ve Direniş” adlı kitabının
önsözündeki şu satırlarda da görmek mümkündür:
“Bu kitabı, insan haklarını savunan Türkiye açlık
grevcilerine, cesaretleri, ilkeli ve disiplinli tutumlarına karşılık ithaf etmek
istiyorum. ONLARIN MÜCADELELERİ, DÜNYANIN HER YERİNDEKİ EYLEMCİLERE SARSILMAZ
BİR ÖRNEK OLUŞTURUYOR.”
Büyük direniş bu yanlarıyla, burjuva ideolojisinin
karşısında devrimin, sosyalizmin, Marksizm-Leninizmin
savunulması, emperyalizmin teslim alma politikalarına karşı dünya çapında bir
meydan okuyuştur. Cesaretin, kararlılığın, halk ve vatan için kendini feda
etmenin en üst düzeyde ifadesidir.
Direniş, emperyalizmin devasa görünen askeri gücünün
değil, devrimci iradenin, örgütlü gücünü, kendini feda eden bilincin
yenilmezliğini öğretti. Kafalardaki tüm statüleri parçalayarak insan iradesinin,
kararlılığın gücünü gösterdi. Yarattığı değerlerle dünya halklarına emperalizme karşı nasıl direnilebileceğinin
ve nasıl zafer kazanılacağının yolunu göstermiş oldu bu direniş. Ama burada
esas olan, “yol” derken kastedilen sadece bir direniş biçimi, yöntemi değil,
bizzat o direnme anlayışının, iradesinin kendisidir.
Emperyalizme karşı bağımsızlığın, kapitalizme karşı
sosyalizmin temsilcileriyiz. Büyük direnişte bu misyonla
direnilmiş, örnek ve önder olunmuştur.
(Yukarıdaki
yazı, Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Yürüyüş'ün 12 Ekim 2008 tarihli 2.
Sayısında ve izleyen 3. Ve 4. Sayılarında üç bölüm halinde yayınlanmıştır.)
***
Büyük Direnişin Kronolojisi
–2000
20 Ekim -
DHKP-C, TKP(ML) ve TKİP’den 816 tutuklu ve hükümlü, Süresiz Açlık Grevi’ne başladı.
14 Kasım - TAYAD’lı
Aileleler, ölüm orucuna başladı.
19 Kasım - Süresiz açlık grevi,
Ölüm Orucuna dönüştürüldü.
25 Kasım - Ankara’da F Tiplerine
Karşı Mitinge 7 bin kişi katıldı.
29 Kasım - 2. Ölüm Orucu Ekipleri ölüm orucuna başladı.
6 Aralık - Türk-İş, DİSK, KESK ve
Hak-İş Başkanları, “ölüm orucunu bırakın” çağrısı yaptılar.
7 Aralık - Aydınlar, Sanatçılar
açlık grevine başladı.
9 Aralık - Bir grup aydın ve
milletvekili Mehmet Bekaroğlu’ndan oluşan heyet,
direnişteki tutukluların temsilcileriyle görüştü.
11 Aralık - Ecevit “Kamuoyu ilgisi
devam ederse bu eylem bitmez” demeciyle direnişe karşı saldırı işaretini verdi.
12 Aralık - Polis, Kızılay’da
tutuklu ailelerine saldırdı.
13 Aralık - RTÜK ve DGM, ölüm
orucuyla ilgili haberlere sansür uygulamaya
başladı.
15-16
Aralık -
İktidar, görüşmeleri keserken, zorla müdahale tehditleri yaptı. Direnişçiler,
saldırı olursa kendilerini yakacaklarını açıkladılar.
19 Aralık: Devrimci tutsakların
bulunduğu hapishaneler yakılıp yıkılarak, 28 tutsak katledildi. Tutsaklar F
Tiplerine sevkedildi.
–2001
3 Ocak - DHKC savaşçısı Gültekin Koç, Şişli Emniyet Müdürlüğü’nde feda eylemi
gerçekleştirdi.
Ocak - Ölüm orucundaki
direnişçilere zorla besleme uygulanmaya başlandı.
11-13 Şubat - TAYAD’lılar
Ankara yürüyüşüyle sessizliği bozdular.
21 Mart- F TİPLERİNDE ölüm orucu
ilk şehidini verdi. Sincan F tipinde Cengiz SOYDAŞ şehit düştü.
19 Nisan - Terör Yasası’nın 16.
Maddesindeki değişiklikle tecrit ve işkence yasallaştırıldı.
11 Mayıs- 4. Ekipler ölüm orucuna
başladı.
20 Mayıs - Zorla müdahale sonucu
sakat bırakılanların sayısı 40’ı aştı.
21 Mayıs - TAYAD’lıların
Ankara’ya girişi engellendi.
1 Haziran - Direnişi tahliyelerle
kırma politikası sonucu tahliye edilenlerden Sevgi Erdoğan ve Gökhan Özocak, ölüm
orucunu dışarıda da sürdürdüklerini açıkladılar.
3 Haziran - 5. Ekipler ölüm orucuna başladı.
4 Haziran - Tayad’lı
ailelerin 2. ekibi, ölüm orucuna başladı.
Temmuz - Hapishanelerden
tahliye edilen onu aşkın devrimci tutsak, ölüm orucunu Armutlu’da
sürdürdüklerini açıkladılar.
Temmuz - Ankara, Malatya,
Trabzon, Sefaköy’deki yeni direniş evleriyle ölüm
orucu yayıldı.
28 Temmuz - 6. Ekipler ölüm orucuna başladı.
10 Eylül- Uğur Bülbül Taksim’de
feda eylemi gerçekleştirdi.
24 Eylül - Şehitlerin sayısı 72’ye
ulaştı.
26 Eylül - 7. Ekipler, ölüm orucuna başladı.
5 Kasım - Armutlu’da katliam; Armutlu’daki direniş evlerine
saldıran polis, biri ölüm orucu direnişçisi dört kişiyi katletti.
5 Kasım - Armutlu’ya
yapılan saldırıyı protesto etmek için Tekirdağ, Sincan ve Kandıra F tiplerinde
gerçekleştirilen feda eylemlerinde üç tutsak şehit düştü.
29 Kasım - İstanbul, Ankara,
İzmir, Antalya Baro başkanları, “üç kapı üç kilidin açılması” çağrısında
bulundular.
Aralık - Sami Türk üç kapı üç
kilit önerisinin “kabul edilemez” olduğunu açıkladı.
–2002
16-17 Şubat
- Tayad’lı Aileler Ankara Kızılay’da yaptıkları gösteriyle tecrite son verilmesini istediler.
Şubat - Sami Türk, “eğer basın
ilgi göstermezse, F tiplerindeki varolan uygulamalar
devam ederse, ölüm oruçları 6 ay, en geç bir yıl içinde biter” dedi.
14 Mart - Tayad’lı
Aileler “Tecrite
Hayır” başlıklı bir imza kampanyası başlattılar.
9, 10, 16,
21, 31 Mart -
Beş ölüm orucu direnişçisi peşpeşe şehit düştü.
29 Mart - Tayad
imzaların sayısının 15 bine ulaştığını açıkladı.
1 Mayıs - 8. Ekip, hücrelerde
kızıl bantlarını kuşanarak ölüm orucuna başladı.
28 Mayıs -
DHKP-C ve TKEP/L
dışındaki siyasi hareketler, ölüm orucunu bıraktıklarını açıkladılar.
15 Temmuz - 110 Bin İmza Ankara’da.
Türkiye’nin dört bir yanından gelen Tayad’lılar,
imzaları meclis, bakanlık, AB temsilciliği gibi çeşitli kurumlara ilettiler.
3 Ağustos - Erken seçim kararı
nedeniyle Sami Türk Adalet Bakanlığı’ndan ayrıldı, yerine Aysel Çelikel atandı.
11 Ağustos
- Tayad’lı Aileler, Alibeyköy’de,
ölüm orucu direnişini desteklemek için süresiz açlık grevine başladılar.
10 Eylül - Tayad’ın
kampanyası çerçevesinde Türkiye’de ve Avrupa’da toplanan 155 bin imza, Avrupa
Parlamentosuna verildi.
Eylül - Tutsaklar, Çelikel’e, kamuoyunu aldatmaya son vermesi ve tecriti kaldırması çağrısı yaptılar.
28-29 Eylül - Tayad tarafından düzenlenen “Hapishanelerde Yaşam ve Sağlık
Koşulları” kurultayı yapıldı.
28-29 Kasım - TAYAD’lı Aileler ölüm oruçları ve tecrit konusunda
taleplerini iletmek için TBMM’ne gitti.
30 Kasım - 9. Ölüm Orucu ekibi direnişe başladı.
–2003
9 Mart; AKP binaları önündeki
eylemler süreklileştirildi.
15 Nisan; İstanbul Hakimevleri
Dinlenme Tesisleri ve Pendik, Sirkeci Mc. Donalds binaları, tecrit zulmünü ve Irak’a saldırıyı
protesto etmek için bombalandı. Eylemleri DHKC üstlendi.
11 Mayıs: TAYAD'lılar,
taşıdıkları 106 tabutla İstanbul AKP İl Binası önüne yürüdüler.
20 Mayıs - Bir genç kız, “Tecrite son verin” diye haykırdı. “Tecritin
kaldırılması için! Baskı ve zulme son verilmesi için!” kendini feda etti, bedenini
bomba yaptı. Adı Şengül Akkurt’tu.
26-27-28
Temmuz -
Artık günleri yazarken, üç haneli rakamların yetmediği bir aşamaya geçtik. Tayad’lılar, 26-27-28 Temmuz’da Türkiye’nin dört bir
yanından çıkarak, linç saldırıları, engellemeler altında Ankara’ya ulaştılar.
16 Eylül: TAYAD'lılar,
Abdi İpekçi Parkı'nda oturma eylemi ve açlık grevine başladılar.
20 Ekim -
10. Ölüm Orucu Ekibi
direnişe başladıı.
–2004
2 Ocak - Adalet Bakanı Çiçek,
cezaevi sözünü rahatsız edici bulduğunu, buraların "devlet konuk evi"
olduğunu belirtti.
11 Mart: Cezaevleri eski Genel
Müdürü Ali Suat Ertosun, "Devlet Üstün Hizmet
Madalyası" aldı.
24 Haziran
- Sincan
F Tipi Cezaevi'nde bulunan Hüseyin Çukurluöz ve Bekir
Batur isimli tutuklular kendilerini yaktılar.
25 Temmuz -
11. Ölüm orucu ekibi
direnişe başladı.
26 Aralık- Sergül
Albayrak, tecriti protesto
etmek için Taksim’de Atatürk Kültür Merkezi önünde bedenini tutuşturdu.
–2005
6 Nisan - TAYAD'lılar
Trabzon'da linç edilmeye çalışıldı.
9 Mayıs:
12. ölüm orucu ekibi
ölüm orucuna başladı.
27 Mayıs - Tekirdağ F Tipi
Cezaevi'nde, DHKP-C davasından tutuklu Faruk Kadıoğlu,
bedenini tutuşturarak şehit düştü.
25-27
Haziran -
TAYAD ve Uluslararası Tecritle Mücadele Platformu (UTMP) tarafından "Tecrit
ve Tecrite Karşı Mücadele" sempozyumu
düzenlendi.
–2006
7 Ocak: Serdar Demirel zorla
müdahale sonucu şehit düştü.
Şubat: HÖC, “Tecrite son!” talebiyle aylarca sürecek bir kampanya
başlattı.
5 Nisan: Avukat Behiç Aşçı, ölüm orucuna başladı.
27 Nisan: 9 Mayıs 2005 tarihinde F
tipi cezaevlerinin kapatılması için ve tecrite karşı
ölüm orucuna başlayan Fatma Koyupınar yaşamını yitirdi.
Şehit sayısı 122'ye ulaştı.
1 Mayıs:
13. Ölüm Orucu Ekibi,
direnişin bayrağını devraldı.
5 Mayıs: İki çocuk annesi Gülcan Görüroğlu Adana
Şakirpaşa’da'daki evinde ölüm orucuna başladı.
11 Haziran: Abdi İpekçi direnişi
1000. Gününe ulaştı.
Temmuz: Sanatçılar, İstanbul’da “Hepimiz
Tecritteyiz” oyunuyla tecriti protesto ettiler. Avukatlar,
Tecrite Karşı Dayanışma Komitesi’yle eylemler
yapıyorlar.
Ağustos: 402 doktor ve 442 avukat
gazetelere verdikleri ilanlarla tecritin
kaldırılmasını istedi.
15 Eylül: 150 Avukat tecrite son verilmesi talebiyle Adalet Bakanlığına yürüyüş
yaptı.
16 Eylül: Gecekondu semtlerinde
açlık grevleri başlatıldı.
14-15 Ekim: Uluslarası
Tecrite Karşı Mücadele Sempozyumu düzenlendi
7-9 Ekim: TAYAD'lılar,
İzmir, İstanbul, Ankara, Antalya, Mersin, Adana ve Antakya’da oturma eylemi
yaptılar.
19 Ekim: Aydınlar Adalet
Bakanlığı önünde tecritin kaldırılmasını istedi.
24 Ekim: TAYAD’lılar
Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nü kesti.
1 Kasım: TAYAD Ankara yürüyüşü
yaptı ve milletvekilleriyle görüştü.
20 Kasım: TAYAD’lılar
Avrupa Parlamentosu bürosunu işgal etti
4 Aralık: TTB, KESK, TMMOB, DİSK,
HAK-İŞ, aydınlar, sanatçılar Adalet Bakanlığına tecriti
kaldırma çağrısı yaptı.
15 Aralık: 1000’e yakın avukat
cüppeleriyle yürüdü.
25 Aralık: Tecrite
Karşı Avukatlar Meclis önünde açıklama yaptı
26 Aralık: TBMM Başkanı Bülent Arınç, çeşitli DKÖ’lerin
temsilcileriyle görüştü.
Aralık
sonu: Aydınlar
ilan vererek tecritin kaldırılması çağrısı yaptılar.
Oturma eylemleri, destek açlık grevleri yaygınlaştı. 30 Aralık: İstanbul Barosu, TTB, TMMOB, DİSK, KESK, tecritin kaldırılması için çağrıda bulundu.
2006 sonunda şehitlerinin sayısı 122’ye ulaşmıştı ve son şehit Fatma Koyupınar, “ben son
olayım” diyordu.
–2007
10 Ocak: Tecriti
protesto edenlere polis Taksim’de saldırdı.
13 Ocak: İstanbul, İzmir, Ankara,
Adana, Samsun, Antalya, Antakya’da çeşitli örgütlenmelerin katılımıyla Tecrite karşı oluşturulan birlikler kitlesel yürüyüşler,
basın açıklamaları yaptı.
17 Ocak: İstanbul’un gecekondu
mahallelerinde devrimci örgütler meşaleli yürüyüşler ve barikatlarla Tecrite Son Verin eylemleri gerçekleştirdiler.
22 Ocak: Adalet Bakanlığının tecriti kabul eden ve kısmen kaldıran genelgesi ile 20 Ekim
2000 tarihinden beri sürdürülen direniş bitirildi.
***
Büyük Direnişin 122 Şehidi
Cafer Dereli ...........................
DHKP-C
Nilüfer Alcan ......................... DHKP-C
Gülser Tuzcu .........................
DHKP-C
Özlem Ercan ..........................
DHKP-C
Seyhan Doğan ........................
DHKP-C
Şefinur Tezgel
........................ DHKP-C
Yazgülü Güder Öztürk ............ DHKP-C
Aşur Korkmaz ........................
DHKP-C
Fırat Tavuk ............................
DHKP-C
Ali Ateş .................................
DHKP-C
Cengiz Çalıkoparan ............... DHKP-C
Mustafa Yılmaz .....................
DHKP-C
Murat Ördekçi .......................
TKEP/L
Ahmet İbili ............................ DHKP-C
Ercan Polat ............................
DHKP-C
Alp Ata Akçayöz ................... DHKP-C
Umut Gedik ...........................
DHKP-C
Rıza Poyraz ...........................
DHKP-C
Fidan Kalşen ......................... DHKP-C
İlker Babacan ........................
DHKP-C
Fahri Sarı ..............................
PKK-DÇS
Sultan Sarı ............................
PKK-DÇS
Murat Özdemir ......................
DHKP-C
Ali İhsan Özkan .....................
MKP
İrfan Ortakçı ..........................
DHKP-C
Hasan Güngörmez .................
DHKP-C
Yasemin Cancı .......................
DHKP-C
Berrin Bıçkılar ........................
DHKP-C
Halil Önder .............................
DHKP-C
Gültekin Koç .........................
DHKP-C
Cengiz Soydaş .......................
DHKP-C
Adil Kaplan ............................
MKP
Bülent Çoban .........................
DHKP-C
Gülsüman Dönmez ................. DHKP-C
Nergiz Gülmez ...................... TKP/ML
Fatma Ersoy ..........................
DHKP-C
Tuncay Günel ........................ TİKB
Abdullah Bozdağ ................... DHKP-C
Celal Alpay ............................
MKP
Erol Evcil ...............................
DHKP-C
Murat Çoban .........................
DHKP-C
Canan Kulaksız ......................
TAYAD
Gürsel Akmaz ........................
DHKP-C
Endercan Yıldız ...................... MKP
Sibel Sürücü ..........................
TKEP/L
Şenay Hanoğlu ...................... TAYAD
Hatice Yürekli ........................
TKİP
Kazım Gülbağ ........................ DHKP-C
Erdoğan Güler .......................
TAYAD
Sedat Karakurt ....................... DHKP-C
F. Hülya Tumgan .................... DHKP-C
Hüseyin Kayacı .......................
MLKP
C. Tayyar Bektaş .................... MKP
Uğur Türkmen ........................
DHKP-C
Veli Güneş ..............................
DHKP-
Aysun Bozdoğan ....................
TKEP/L
Zehra Kulaksız .......................
TAYAD
Gökhan Özocak ..................... DHKP-C
İsmail Karaman ......................
DHKP-C
Ali Koç ..................................
DHKP-C
Sevgi Erdoğan .......................
DHKP-C
Muharrem Horoz ....................
TKP/ML
Osman Osmanağaoğlu ........... DHKP-C
Hülya Şimşek .........................
TAYAD
Gülay Kavak ..........................
DHKP-C
Uğur Bülbül ...........................
DHKP-C
Ümüş Şahingöz
..................... DHKP-C
İbrahim Erler .........................
DHKP-C
Abdülbari Yusufoğlu
............... TAYAD
Zeynep Arıkan Gülbağ ............ DHKP-C
A. Rıza Demir .........................
DHKP-C
Ayşe Baştimur ....................... DHKP-C
Özlem Durakcan .................... TAYAD
Ali Ekber Barış ....................... KP-İÖ
Arzu Güler ..............................
TAYAD
Sultan Yıldız ...........................
TAYAD
Bülent Durgaç ........................ DHKP-C
Barış Kaş ................................
DHKP-C
Nail Çavuş ..............................
DHKP-C
Eyüp Samur ............................
DHKP-C
Muharrem Çetinkaya .............. DHKP-C
Tülay Korkmaz .......................
DHKP-C
Ali Çamyar ............................. TİKB
Zeynel Karataş .......................
MKP
Lale Çolak ..............................
TİKB
Yusuf Kutlu ............................
DHKP-C
Yeter Güzel ............................
MKP
Doğan Tokmak .......................
DHKP-C
Tuncay Yıldırım ......................
MLKP
Meryem Altun ........................ DHKP-C
Okan Külekçi ..........................
TİKB
Semra Başyiğit ....................... DHKP-C
Fatma Bilgin ...........................
DHKP-C
Birsen Hoşver ........................ DHKP-C
Gülnihal Yılmaz ...................... DHKP-C
Fatma Tokay Köse ................ DHKP-C
Hamide Öztürk ........................ DHKP-C
Serdar Karabulut .....................
DHKP-C
İmdat Bulut .............................
DHKP-C
Zeliha Ertürk
........................... DHKP-C
Feridun Yücel Batu .................
DHKP-C
Feride Harman ........................
DHKP-C
Berkan Abatay ....................... DHKP-C
Özlem Türk ............................
DHKP-C
Orhan Oğur ............................ DHKP-C
Yusuf Aracı ............................
DHKP-C
Şengül Akkurt ........................ DHKP-C
Muharrem Karademir ............. DHKP-C
Günay Öğrener
...................... DHKP-C
Ümit Günger .......................... DHKP-C
Selma Kubat............................
DHKP-C
Ali Şahin .................................
DHKP-C
Hüseyin Çukurluöz ................. DHKP-C
Bekir Baturu ...........................
DHKP-C
Semiran Polat .........................
DHKP-C
Salih Sevinel .......................... DHKP-C
Selami Kurnaz ........................
DHKP-C
Sergül Albayrak
...................... DHKP-C
Faruk Kadıoğlu ....................... DHKP-C
Eyüp Beyaz ............................
DHKP-C
Serdar Demirel .......................
DHKP-C
Fatma Koyupınar .................... DHKP-C